Şems-i Tebrizî ne güzel demiş:
“Hepimiz seçici günahkârız.”
Hakikaten öyle.
Kendimize yakışan günahları özenle işleriz, sıra başkasına gelince de savcı kesiliriz.
Mesela kumar oynayan, içki içeni ayıplar. İçki içen, dedikoducuyu küçümser. Dedikoducu, hırsızlık yapanı aşağılar. Hırsız, rüşvet alanı yerden yere vurur. Rüşvet alan, kul hakkı yiyeni lanetler. Kul hakkı yiyen, trafikte kırmızı ışıkta geçenin peşine düşer.
Herkesin günahı başkasınınkinden daha masumdur.
Xxx
Bugün toplumun en büyük çelişkisi de burada yatıyor.
Vicdan terazisi yok, başkasının günahını ölçmek için kullandığımız ağırlıklarla kendimizi tartmıyoruz.
Adam vergi kaçırıyor, işçisinin hakkını yiyor, sonra televizyona çıkıp “ahlak bozuldu” diye nutuk atıyor.
Kadın komşusunu çekiştiriyor, iftira yayıyor, sonra sosyal medyada “adalet” paylaşıyor.
İşimize geleni unuturuz, işimize gelmeyeni ise günah defterinin kapağına kazırız.
Xxx
Şems’in sözünü alıp bugüne uyarlayalım:
Telefon rehberimiz günahlarla dolu.
Ama rehberdeki günahların yanına not düşmüşüz:
“Kullanıcıya göre caizdir.”
Bir de “izin verilmeyen” günahlar var. İşte onlar yargılandığımız, kınandığımız, nefretle saldırdığımız.
Xxx
Kısacası, hepimiz seçici günahkârız.
Sorun şu ki, seçici günahkârlık giderek kolektif bir ikiyüzlülüğe dönüşüyor.
Şems 800 yıl önce söylemişti, hâlâ geçerli.
O yüzden bazen durup kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor:
Kendi günahımızla yüzleşmeden başkasını taşlamaya ne hakkımız var?